Milli devleti korumak veya milli devleti kurmak için acaba daha kaç kurban vermek gerek? | ||||
Ahval, 21 Ekim 2019 Sorun ne demek? Sözlükler “çözümü gereken mesele”, “güç durum” gibi tanımlar getiriyor sorun kelimesine. “Problem” de denebilir. Ama kimin problemi? Nedir mesele? Siyasi, toplumsal, diplomatik, insani bir sorun mu, yoksa konjonktürel bir asayiş ve “terör” patlaması mı? Ve belki en önemli soru: bu konuyu konuşabilecek ortam var mı? Olaya tarihi boyutu ile ele alınca bu konudaki tabular anlaşılır oluyor. Hatta “sorunun” anlaşılması olanaklı olmaya başlıyor. Osmanlı Devleti, imparatorlukların çözüldüğü on yıllarda son buldu. Bu büyük siyasi yapılar tarih sahnesinden çekilirken onların yerine iki yüze yakın milli devlet ortaya çıktı. Bu olayı Güney, Orta ve Kuzey Amerika’da, Afrika ve Orta ve Uzak Doğuda ve Balkanlarda gördük ve yaşadık. Belki olayı tersinden okumak daha doğrudur: Milli devletler ortaya çıktığı için imparatorluklar tarih sahnesinden silindi. Bu gelişmeyi, ister üzülelim, ister sevinelim, kabul etmekten başka bir şey yapamayız. Geriye de dönemeyiz. İmparatorluklar yeniden kurulamaz. Ama ileriye gidişin biçimi, az buçuk insanlığın elinde. Örneğin, halklar kendi serbest iradeleriyle, yani gönüllü – kılıç zoru ve fetih ile değil – büyük “birlikler” kurabilirler. Arzu ettiklerinde ayrılma hakkını da saklı tutarak. Avrupa Birliği böyle bir deneme. Kendi adıma söyleyeyim: Başarılı olmasını çok istiyorum. Öteki alternatif, klasik milli devletlerdir. Ancak “aday” milli devletler ikili bir sorun yaşar. Böyle bir “projeye” soyulanlar hep aynı sorunla karşılaşır: Kendi milli devletlerinin kuruluşu başka, daha geniş bir siyasi birliğin yara alması, zayıflaması ve parçalanması demektir. Bu da bir direnç yaratır. Bu birinci sorundur. Örneğin, Osmanlı Devleti’nin yerine yirmi beş kadar milli devlet kuruldu. Osmanlı Devleti her yeni adayı projesinden caydırmak için mücadele etti. Çok kan aktı. Ama gelişmeleri önleyemedi. Aslında ve genel olarak imparatorluklar bu millileşme olayını engelleyemediler. Ama adaylara ağır bedeller ödettiler. İleriyi görebilenler – örneğin İngiltere – başta direndiler ama sonra uzlaştılar: Milli devletlerini kurmak isteyen topluluklara bu haklarını tanıdılar. Onlarla çeşitli, her iki taraf için de yararlı olan işbirlikleri oluşturdular. Arada, “insan haklarına” dayalı federasyonlar kuruldu. Milli devlet adaylarının ikinci sorunu, kendi içlerinde. Bu hareketlere “romantik milliyetçilik” de denir. Bu vizyon ve amaç bir inanca dönüşür. Bir meydan okumayı kabul ederek bile bile düelloya ve ölüme gidenler gibi, kendi hayatlarını ikincil sayarlar. Öncelik, onurları ve idealleridir. Milli ideoloji insanların algısında egemen olunca değerler ıskalası tabuya dönüşür. Aranan “hayat” ve “daha iyi yaşam” değildir. Bu tür değerlere sahip çıkanlar küçümsenir ve dışlanır. İdeal adına ölmek – ve tabii öldürmek – kişiler ve aileler için kıvanç kaynağı ve teselli olabilir. Kürt sorunu böyle bir tarihi sürecinin parçası. Bu konudaki tartışmalar ve hele tartışılamayanlar böyle bir ideolojiler, inançlar, tabular karmaşasının bir sonucudur. Milliyetçilikler çatışırken ve kan akarken “soğukkanlı tartışma” beklemek gerçekçi bir beklenti değildir. Bu aşamada “bilimsel” lafların değeri de yoktur. Milliyetçiliğe karşı bir uzlaşma projesi olan Avrupa Birliği girişiminin ortaya çıkması için iki dünya savaşının yaşanması gerekti. Öylesine kan aktı ki, insanlar düşünmeye, neyin değer olduğunu anlamaya başladı. Aslında bazı Avrupalılar hâlâ eski kafa ile düşünüyor. Milliyetçiler “ulusal gurur” ve “bağımsızlık” lafları ediyorlar. Tabular İngiltere’de çoğunluğu elde etti, Brexit bu demektir. Kürt sorununda yeterince kan akmadı mı? Milli devleti korumak veya milli devleti kurmak için acaba daha kaç kurban vermek gerek? İşte bu tür sorular insanları galeyana getirir. Milli bir mesele yaşanırken bu tür kuşkular vatana ve millete ihanet sayılır. Kutsala bir saldırı algılanır. Her iki yanda, ölüme koşanlar ise normal ve güzel sayılır. Olaya bir an için mesafeli bakalım. Bin yıl sonra yaşayanın gözüyle, örneğin. Onlar bize, biz Haçlı Seferleri’ne baktığımız gibi bakacaklar. Fetih dönemlerine baktığımız gibi. (Hoş, hâlâ fetih yıllarını yaşayanlar var!) Milli sınırların bütünüyle değiştiğinde, belki Avrupa Birliğinde olduğu gibi anlamsızlaştıklarında bugüne bakınca ne görecekler? Anne babalar çocuklarına bugün öldürülenler için de diyecek? Haçlılar, martirler, şehitler ve gaziler için, savaşlara karşı olanlar ne diyorsa onu diyecekler. İlerde, bugün geçmiş olunca, bugün yaşananlar tarihi bir olay olarak ele alınacak. Çocuklara milliyetçi ideolojiler anlatılacak, biz dini fanatizmi anlattığımız gibi. Olayı “o zamanki insanların algıları” temelinde yorumlayacaklar. Bugün farkında olmadığımız “algımız” (ve ideolojimiz) ilerde anlaşılmış olacak. Haçlılar ve gaziler kendi ideolojilerinin ve algılarının (körlüklerinin) farkında değildi. Kendilerinin dışında olan bir yüce gerçeğin peşinde olduklarına inanırlardı, öyle sanırlardı. Onların bu zayıf yanlarını anlarsak belki insanların – ve kendimizin – zayıf yanlarını da anlamaya başlarız. Kürt “sorununu” geniş bir çerçevenin içine yerleştirdim. Kimileri “fazla geniş” diyecek. Somut gelişmeler yaşanırken geniş teorik yaklaşımlar hoş karşılanmayabilir. Ama öte yanda, kavganın ne olduğunu anlamadan yol alınırsa açmazlar kaçınılmaz olur, hatta neyi konuştuğumuzu bile bilemeyiz. |