Demokrasinin teorisi, diktatörlüğün pratiği | ||||
Ahval, 14 Ocak 2019 Dünyamızın kötü siyasi gidişi günümüzde sık tartışılıyor ve bu tartışmalar kötümserliği yeniden üretip besliyor. Bu yazı iyimserlik mesajı vermeyi amaçlamıyor. Çünkü en başta ben de kötümserlerdenim. Ayrıca ileri yaşımdan dolayı ek olarak yaşlılığın karamsarlığını da yaşıyorum. Amacım, konuyu ele alarak durumu anlamaktır. İnsan, bir tehdit olarak algıladığı açıklaması zor esrarlı bir tehlikeyi “anlayınca” tepkisi de daha dengeli oluyor, korku ve fobilerini de kontrol edebiliyor. Gerçekten, Türkiye’den Batı Avrupa’ya – Polonya, Macaristan, Brexit’li Birleşik Krallığı’na - ve Putin’den Güney Amerika’nın Maduro’su ve Bolsonaro’suna ve Trump’a kadar siyasi durum tehlike işaretleri veriyor. Bunlar yeni gelişmeler. Çin’i, pek çok Afrika ülkesini ve bildik bazı ülkeleri söz konusu etmiyorum bile, çünkü onlar zaten eskiden beri kötü durumdaydılar. Hoş olmayan bir yana doğru evrilen, tutucu, otoriter, dikta, faşist, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı hatırlatan siyası söylem ve eylemleri görüyoruz. Kimileri bu siyasete sağ veya sol popülizm diyor. İsmi ve taşıdığı etiket o denli önemli değil, yaptıkları ve önerdikleri çok daha önemli. Genel değerlendirme yokuş aşağı antidemokratik rejimlere doğru yuvarlandığımızdır. Genel resme bakıp bu konudaki bazı şüphelerimi dile getirmek istiyorum. Birinci konu, genel gidişin yönünün ne olduğu konusunda bir karara varmak için elimizde yeterince kanıtın bulunmadığıdır. Son 10-20 yılın gelişmeleri konjonktürel olabilir. Yani geçici veya rastlantısal. Devamı gelmeyecek bir kriz olabilir. Tabii yeni bir karanlık dönemin habercisi de olabilir. Bence bu konuda en kötümser senaryoyu en kaçınılmaz sonuç saymak gerçekçi ve hele dengeli bir değerlendirme değildir. Belki daha kötüsü, böyle bir yorumun paniği ve teslimiyetçiliği besliyor olmasıdır. Ayrıca bu alanlarda yapılan istatistiki çalışmalar günümüzde oldukça yaygın olan kötümserliği haklı da çıkarmamakta. 1870 yıllardan başlayarak demokratik olan ülkelerin sayısı sürekli artmıştır. Özellikle 1970 yıllarından sonra bu artışta büyük bir hızlanma gözlenmektedir. Yalnız 1930’lu yıllarda, geçici bir sürede, antidemokratik rejimlerde bir artış gözlenmişti. Yani temel kural demokratik rejimlerin dünyamızda sayıca artıyor olduklarıdır. İkinci konu, kötü gidişin eleştirisinin genellikle tutucu/faşist rejimin ve liderlerin üzerinden yapılıyor olmasıdır. Oysa bu tür liderlerin ortaya çıkışı “öteki tür” liderlerin başarısızlığından dolayıdır. Eleştiri onlara da yöneltilmelidir. En hafif tabiriyle “otoriter” sayılacak liderlerin ortaya çıkması “demokratik” diyebileceğimiz liderin başarısızlığı sonucudur. Bu “demokratik” liderlerin başarısızlıklarının bir nedeni parlamenter seçimlerinin temel mantığıdır. Dört yıllık (bazen beş-altı yıllık da olabiliyor) iktidar süreleri bir dinamizmi gündeme getiriyor: Siyasilerin kısa süreli ve bir sonraki seçimlere endeksli bir siyaset uygulamalarıdır. Bir liderin ve partisinin “bir sonraki seçim” kaygısı bütün siyaset dünyasını etkiliyor. Uzun veya orta süreli gelişmeleri temel amaç olarak göz önüne almayan bir anlayışın ne tür sorunlar yaratacağı ise bellidir. En başta ekonomik açmazlar yaratılmakta. Seçimler öncesi seçmeni memnun etme kaygıları ekonomiyi rayından çıkardığı hep görülmüştür. Yatırımlar da, gerçek ihtiyaçların tersine, kısa süreli “başarılara” yönelik olmaktadır. Oy “satın alma” politikaları da bilinen taktiklerdir. Seçmeni küstürmemek kaygıları bazen gerekli önlemlerin alınmamasına da neden olmakta ve popülist siyaset böylece toplumlarda öne çıkmaktadır. Böylece kimi zaman seçmenler de temel sorunlara cevap veremeyen siyasilere karşı tepki olarak “farklı” ve “güçlü ve kararlı” lidere yöneliyorlar. Teoride demokrasi, kusurlu pek çok başka alternatifler arasında ve uzun sürede en iyi sistemdir. İşin püf noktası “uzun sürede” kelimeleridir. Uzun süre ile siyasetçinin kısa süreli hesapları çelişir gibidirler. Ve bunun önüne geçmenin iki yolu vardır. Birincisi siyasetçinin – siyasi partisinin varlık nedenine karşı çıkarak - genel çıkarı partisinin ve kendi kişisel çıkarının üstünde saymasıdır. Bu teoride kulağa hoş gelmektedir ama pratikte pek uygulanmamaktadır. Pek gerçekçi bir beklenti değildir. İkinci yol, seçmenin kendi uzun süreli çıkarını görebilmesidir. Bu da bir dilek gibi çalınıyor kulağa! Demokratik rejimlerin temel şartı tabii ki halkının demokratik bilincidir ve bu yöndeki beklentileridir. Bu bilinç, tercih ve istek – ve bunlar için gerekli olan bilgi –var olmadığında tek umut tepeden dayatılacak demokratik rejimdir. Bu rejim ise hem çok kırılgan, hem de ne denli demokratik olduğu hep tartışma konusu olacaktır. Özgürlüğün ve demokrasinin (tepeden) dayattırılması tam bir oksimorondur, çelişkidir. Demokrasi ile eğitim ilişkisine odaklı çalışmalar, bu iki verinin arasında düz bir orantı olduğunu göstermiştir. (ourworldindata.org/democracy). Eğitimli toplumlar kendi uzun süreli çıkarlarını daha başarılı bir biçimde görebilmekte ve popülist siyasetçilere o denli prim vermemektedirler – genel olarak. Ancak “eğitim” derken burada kastedilen, demokratik kültürün göreceli de olsa yaygın olduğu ülkelerdeki eğitim anlaşılıyor. Yoksa beyinlerin yıkandığı okullara gitmeyi kastetmiyorum. Bütün bunlardan benim çıkardığım iki sonuç var: Birincisi, uzun sürede antidemokratik rejimlerin artmayacağıdır. Geçici bir antidemokratik kriz yaşanıyor olması büyük bir ihtimaldir. İkincisi, bu alanda yapılması gerekenin, yararının ancak uzun sürede görüleceği eğitimdir. Tabii kastım kritik düşünceye endeksli eğitimdir. Sonuçta, yazım ihtiyatlı bir iyimserlik sergiliyor gibi… Yoksa gizli bir kötümserliği mi? - Ahval |